Stockholm sendromu için kısaca “zulüm görenin zulmedene aşık olması” diyebiliriz.
En yakından tanıdığımız örneğiyse ülkemizdeki neredeyse her gencin izlemiş olduğu La Casa De Papel dizisindeki Monica Gaztambide karakterinin kendisini rehin alan soyguncu Denver karakterine aşık olmasıdır. Soyguncuların tarafına geçen Monica’nın Stockholm lakabını almasıyla dizide sendroma da atıfta bulunulduğu söylenilebilir.
Dizilere, filmlere, kitaplara konu olan “Stockholm sendromunun” ilginç hikayesine birlikte bakalım.
23 Ağustos 1973 saat sabahın 10’u. Stockholm’deki Kreditbanken adlı bankaya giren siyah gözlüklü ve siyah peruklu bir soyguncu, sağa sola ateş ederek “parti başlasın!” diye bağırır. Bu kişiye daha sonra bir arkadaşı daha katılır. Soyguncular yanlarında getirdikleri silah ve patlayıcı maddelerle banka çalışanı olan 4 kadını rehine alıp, diğer çalışanların ve müşterilerin kaçmasına izin verirler.
Böylece 6 gün sürecek rehin alma ve polise direnme eylemi de başlamış olur.
Tabi olay yerine ulaşan polisler bankaya girmek istiyorlar ama elbette soyguncuların direnciyle karşılaşır ve başarısız olurlar. Ardından soyguncularla bir şekilde iletişime geçerler. Soyguncular ceza evindeki bir arkadaşlarının bankaya getirilmesini ve yanında bir de spor arabanın bankanın önünde hazır bulundurulmasını talep ederler.
Talepleri yerine getirilir ama ortada bir sorun vardır: Polis ablukası. Dışarı çıkmaları için bu ablukanın kaldırılması gerekir. Soyguncular da kaldırılmasını ve böylece karşılığında tüm rehineleri bırakacaklarını söylerler. Polis de tabi ki bu isteği reddeder.
Bu şekilde banka etrafındaki gergin bekleyiş devam eder.
Bu sırada gazeteciler, radyo ve televizyonlar olay yerinden canlı bağlantılar kurar.
Şimdi buraya kadar yazılanlar klasik bir soygun hikâyesi gibidir ama hikâyenin asıl ilginç tarafı içeride olup bitenlerdir.
6 gün boyunca rehin tutulan banka çalışanları ile soyguncular arasında bir yakınlaşma başlar.
Rehineler sonunda soyguncuların onları öldürmek istemediklerine, sadece buradan çıkıp gitmek istediklerine inanırlar.
Onlara göre soyguncular aslında gayet iyi insanlardır. Yaşam koşulları onları bu işi yapmaya itmiştir. Asıl suçlu ablukayı kaldırmayan polistir. Çünkü rehineler eğer abluka kalkmış olsaydı işin şimdiye kadar çoktan biteceği inancındadırlar.
Bir süre sonra soyguncular, polis ablukasının kalkabilmesi için rehineler ile basının konuşmasına izin verirler. Telefonla dışarıdakilerle iletişim kuran rehineler, ablukanın kaldırılması için dil dökerler ama istekleri yine de yerine getirilmez.
Velhasıl 6 gün (131 saat) sonunda polis bankaya gaz bombaları ile girerek soygunu sona erdirir.
Fakat operasyon sırasında herkesi şaşırtan bir olay yaşanır.
Rehineler de soyguncularla birlikte polise karşı koyarlar.
Bitti mi? Bitmedi!
Dava sürecinde soyguncuların aleyhine tanıklık yapmayı reddeden rehineler, tuhaf bir işe daha başvururlar: aralarında para toplayıp soyguncuların savunmalarına yardımcı olmaya çalışırlar.
Burada da bitmedi…
Soyguncular yıllar sonra hapisten çıkınca ailece birbirleriyle görüşmeye de devam ederler.
Olanları yargılamak yerine, onları anlamaya çalışanların çabası sonucu oluşan bu duruma da literatürde “Stockholm Sendromu” denir.